Yazan: Sunay BABAHAN
Geçenlerde bir haber dikkatimi çekti, Wall Street Journal gazetesinin araştırmasına göre “İstanbul’da yemek içmek Londra ve New York’tan daha pahalı” diyordu. Arkasından Fransa’dan gelen bir arkadaşım Bodrum’daki restoranların pahalılığından ve kötü servisten bahsetti. Hemen birkaç hafta sonra Amerika’da yaşayan bir başka Türk tanıdık “eskiden burası bize çok ucuz gelirdi şimdiki fiyatlara bakınca Amerika ucuz kaldı, Çeşme’de plajlara gitmek bir servet” şeklinde konuştu. Aslında bu kıyaslamayı çok da dile dökmeden devamlı çıktığım seyahatlerde sık sık yapıyordum ama sadece fiyat bazında değil, servis, orjinallik, yaratıcılık, kalıcılık gibi cok daha geniş bir perspektiften olaya yaklaşmıştım. Yaz başından beri İtalya’da Amalfi kıyılarına ve Fransa’da ise İle de Re adasına yaptığım gezilerin ardından Türkiye’de de Bodrum ve Alaçatı’ ya yaptığım kısa ziyaretlerim beni ister istemez bu farklı tatil bölgelerini kıyaslayıp bazı çıkarımlar yapmaya yöneltti.
Haziran ayında Amalfi kıyılarında Positano’nun iki yan koyunda salaş, küçük bir plajı da olan, garsonların çıplak ayakla servis yaptığı “Da Adolfo” isimli restoranda şahane bir öğlen yemeği yedik. Napoli’ye yaklaşık bir saat uzaklıkta İtalya’nın en gözde tatil kasabalarından biri olan Positano dünyanın her yerinden turist alan çok ünlü bir tatil kasabası. Turist kalitesi çok yüksek ve pek çok lüks otel, tekne bu bölgede konumlanıyor. Sevimli, salaş, deniz mahsülleri ağırlıklı bir plaj lokantası olan Da Adolfo, bu bölgenin en popular mekanlarından biri. Lokantanın minik ahşap motoru, dövmeli sevimli kaptanıyla gelip tüm müsterileri Positano iskelesinden alıp 10 dakikada buraya getiriyor. Çıplak ayaklı şortlu elemanların servis yaptığı bu lokantanın üzerine kağıt serilen salaş tahta masaları ise kumun üzerine yerleştirilmiş. Yaklaşık 3-4 saat boyunca oturduğumuz, lezzetli yemekler yiyip etrafı seyrettiğimiz Da Adolfo’da yan masada oturan İtalyan bir mimar Da Adolfo’nun 40 yıldır burada bu şekilde servis verdiğini öğreniyoruz, üzerine de adam başı 40 Euro hesap gelince şaşırıp kalıyoruz
Türkiye’de, 40 yıldır aynı yerde aynı kalitede servis veren, ne kadar popüler olursa olsun fiyatlarını hiç yükseltmeyen bir turistik sahil lokantası hatırlayanınız var mı? Çıplak ayakla koşturarak ama güleryüzle servis yapan garsonların olduğu, çok lezzetli ama iddiasız yemekler yiyip kalkmak istemediğiniz...Bir masada İtalyan bir mimarla sohbet ederken diğer masadan Avusturalyalı bir grupla şakalaştığınız...Herkesin birbirini süzmeyip gülümsediği, konuştuğu, kadeh kaldırdığı... Buz gibi şarap ya da biranızı yudumlarken rahat giysilerinizle yayılıp bir türlü kalkmak istemediğiniz... Hesabı öderken “a ne kadar da ucuzmuş” dediğiniz... Ben malesef hatırlamıyorum. Hatırlayamıyorum çünkü biraz popülerleşen en salaş mekan bile birkaç sene içinde bambaşka bir yere dönüşüyor. Bir sene sonra masaların sayısı artıyor, mekan bir şekilde genişletilip yayılıyor, fiyatlar artıyor, gelen müşterilerin profili değişiyor sonra da tüketilip bir kenara atılıyor. Bu konunun bir başka versiyonunu da Alaçatı ile İle de Re adası arasında karşıma çıktı. Bundan 10 yıl önce ilk kez Alaçatı’ya gittiğimde Türkiye’de bu kadar hoş bir kasaba olmasından o kadar mutlu olmuştum ki anlatamam. Mavi panjurlu taş binaları, sakin sokakları, birkaç hoş restoranı, orjinal butikleri, nefis denizi ve plajlarıyla gerçekten çok özel bir kasabaydı. Birkaç yıl büyük zevkle gittim geldim. Ancak ismi duyulup kalabalığı ve popülerliği artmaya başlayınca canım gitmek istemez oldu. Birkaç yılın ardından bu yaz tekrar gittiğimde gördüğüm manzara ise beni dehşete düşürdü. O güzelim kasaba gitmiş yerini korkunç “turistik bir şehir” almıştı. Sokaklar artık yürünecek yolları kapatacak dozda masalar ve sandalyelerle kaplanmış, her adım başına bir mağaza açılmış hepsi tabela ve ışıklarla süslenmişti. O güzelim plajlarda igne atsan yere düşmeyecek bir kalabalık ve gürültü hakimdi. Ne dar taş sokakların güzelligi ne de mavi panjurların rengi görünüyordu. Zevksiz, kalabalık, pahalı ve sıradan bir kasabaya dönüşmüştü.
Alaçatı’nın bu hali beni gerçekten çok üzdü çünkü onun son halini görmeden birkaç hafta önce yolum Fransa’nın Atlantik kıyısındaki adası İle de Re’ye düştü. La Rochelle kasabasından bir köprü ile geçilen bu ada Fransızların özellikle de Paris’lilerin çok sevdiği bir tatil mekanı. Günlük turist sayısı fazla olmasın diye köprü geçişi 16 Euro yapılmış, hatta köprü yapılırken adalılar “Köprü yaparak adaya fazla insan gelmesine neden olacaksınız” diye itiraz etmiş. Tüm adayı ve buradaki kasabaları arabayla birkaç saatte gezebiliyorsunuz. Adadaki evler ve sokaklar sanki 10 yıl öncesinin Alaçatı’sının kopyası. Adadaki evlere sadece belli tonlardaki mavi ve yeşil panjur kullanımına izin veriliyor, başka renkler yasak. Bazı kasabaların sokaklarına lamba bile koyulmamış doğallığı bozulmasın diye. Otomobiller kasabaların dışındaki otoparklarda bırakılıyor ve tüm kasaba sokaklarında bisiklet kullanılıyor. Abartılı, gösterişli hiçbir şey yok ama göz zevkinizi bozan, çirkin görünen şeyler de asla yok. Çok hoş butik otelller, doğal ve şık restoranlar ışıklı tabela olmadan, dışarılara ışıl ışıl taşmadan sıralanmış. Önceden rezervasyon yapmak zorunda kalmadığınız restoranlarda, nefis yemekleri ve şarapları 20-30 euroya yiyebiliyorsunuz. Çoluk çocuk bisikletle şarap bağlarının, deniz kıyılarının güzel manzarası eşliğinde gittiğiniz yollar sizi yormuyor bunaltmıyor. Plajlarda özel servis yok ama kimseyle dip dibe oturup giriş parası da vermek durumunda kalmıyorsunuz. Ve hepsinden önemlisi birkaç yıl sonra buraya tekrar geldiğinizde her şeyi bıraktğınız gibi buluyorsunuz. Restoranlar genişlemiyor, yollar masalarla kaplanmıyor, tabelalar ışıklandırılıp büyütülmüyor, her yeri otopark ve otomobiller kaplayıp trafik yaratmıyor.
Uzun lafın kısası İle de Re’deki otel sahibi ya da Positano’daki restoran işletmecisi olan işletmecinin kısa sürede daha çok para kazanayım, genişleyip büyüyeyim, büyük şehire şube açayım gibi bir derdi yok. Hayatından memnun ve ölene kadar bu işi yapıp torunlarıyla aynı mekanda mutlu mesut yaşıyor. Yıllar yılı aynı standartta ve gelirde olmak onun için yeterli. Buralara giden müşterilerin beklentisi de aynı. Daha büyük ve şık restoran aramıyorlar, yaşadıkları şehirlerde zaten buldukları bir şey. Bu tatil kasabalarına ait otantik, lokal ortam ve tatların peşine düşüyorlar. Tatil kasabasında daha büyük ve lüks evler, abartılı hayatlar yerine huzurlu, sakin, doğal bir tatil geçirmek istiyorlar. Galiba asıl konu da burada yatıyor. Yaptığın işten, yaşadığın yerden, kazandığın paradan mutlu olup açgözlülük yapmamak. Kısa zamanda daha fazla kazanmak, daha fazla büyümek, daha zengin olmak, görmek ve göstermek derdine düşmemek.